top of page
  • Yazarın fotoğrafı: Kronofel
    Kronofel
  • 13 Haz
  • 3 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 10 Tem

Bir insan nasıl olur da dürüst, iyi niyetli ve hatta idealist olarak tanınırken bir gün eline baltayı alıp cinayet işleyebilir? Fyodor Dostoyevski’nin unutulmaz eseri Suç ve Ceza, bize tam olarak bu soruyu soruyor. Romanın merkezindeki karakter Rodion Romanoviç Raskolnikov, bir cinayet işler ve bizleri onun zihninin, vicdanının ve ruhundaki çatışmaların içine sürükler.

Peki gerçekten Raskolnikov'u cinayete sürükleyen sebepler nelerdir?

Raskolnikov'un Çelişkili Psikolojisi

Raskolnikov’un karakterinde belirgin bir çelişki bulunur. Bir yandan idealist, duyarlı ve vicdanlı bir gençtir. Diğer yandan ise kolayca cinayet işleyebilen bir kişiliğe sahiptir. Bu ikilik, aslında insan doğasının derinlerindeki çatışmayı yansıtır. Raskolnikov’da iç içe geçmiş farklı kişilikler bulunur: Entelektüel, hassas ve suç işlemeye meyilli biri.


Bu karmaşık ruh hali onu cinayete götüren psikolojik altyapıyı oluşturur. Raskolnikov içindeki çatışmaları çözemediği için, bu kaotik duygu durumu onu suç işlemeye açık hale getirir.


Felsefi ve Toplumsal Nedenler


1. Yoksulluk ve Çaresizlik

Raskolnikov yoksul bir hukuk öğrencisidir ve ailesi büyük maddi sıkıntılar yaşamaktadır. Kendisini boğan fakirlik, özellikle annesinden gelen mektupla birlikte derinleşir. Kız kardeşi Dunya’nın aile için fedakârlık yapıp sevmediği yaşlı ve zengin bir adamla evlenmeye karar vermesi, onu daha da çaresiz hissettirir. Ancak sadece yoksulluk, cinayet için yeterli değildir. Bu durum, Raskolnikov’un zihninde cinayet düşüncesini daha kolay haklı çıkarmaya yarayan bir arka plan oluşturur.


2. Toplumsal İyilik ve Faydacılık

Raskolnikov’u cinayete götüren temel motivasyonlardan biri, toplumsal faydacılık fikridir. Kendisini insanlığa faydalı bir birey olarak görme arzusu taşır. Bir tefeciyi öldürerek, onun biriktirdiği parayla binlerce insanın hayatını kurtarabileceğini düşünür. Ona göre bir insanın ölümünden binlerce kişinin kurtulması mümkündür. Ancak burada kritik soru şudur:

“İyilik yapmak için kötülük işlemek gerçekten iyilik midir?”

3. "Olağanüstü İnsan" Teorisi ve İrade Gücü

Raskolnikov, insanları sıradan ve olağanüstü diye iki kategoriye ayıran bir teori geliştirir. Ona göre sıradan insanlar kurallara uymak zorundadır. Olağanüstü insanlar ise büyük amaçlar uğruna kuralları aşabilir, hatta suç işleyebilir. Kendini tarihteki büyük şahsiyetlerle kıyaslayarak, kendi teorisini ispat etmek için cinayet işlemeye karar verir. Cinayet, onun için teorik bir deneme ve kişisel potansiyelini kanıtlama çabasıdır.


Cinayetin İşlenmesi ve Sonrası

Raskolnikov cinayeti tüm ayrıntılarıyla planlar ancak işler umduğu gibi gitmez. Planı aksiliklerle bozulur ve cinayeti işledikten sonra hiç hesaplamadığı ikinci bir cinayeti daha gerçekleştirmek zorunda kalır. Parayı çalar fakat kullanmaz bile. Çünkü aslında cinayet onun için maddi kazançtan çok, kendini ispatlamanın bir yoludur.

Cinayet sonrası yaşadığı en büyük ceza ise mahkemeden değil, kendi vicdanından gelir. Korku, paranoya ve sürekli bir yakalanma endişesi içinde bocalar. Kendisiyle yüzleşmek için cinayet mahalline geri döner, çünkü aslında suçluluk duygusuyla doludur.


Diğer Karakterlerin Etkisi ve Raskolnikov'un İç Dünyası

Dostoyevski, Raskolnikov’un iç dünyasını derinleştirmek için yan karakterleri etkili biçimde kullanır:

  • Sonya: Fedakâr ve temiz bir ruh olan Sonya, Raskolnikov’un vicdanıyla hesaplaşmasında kritik rol oynar. Ona günahının acısını çekip itiraf etmesini önerir ve bunun insan olmanın gerçek anlamı olduğunu söyler.

  • Dedektif Porfiriy Petroviç: Psikolojik bir sorgulayıcı gibi davranarak Raskolnikov’un suçu itiraf etmesini sağlar.

  • Svidrigaylov: Raskolnikov’un karanlık yanını temsil eder ve sonunda kendi intiharıyla Raskolnikov'u derinden etkiler.

  • Razumihin: Sadık bir dost olarak Raskolnikov’u destekler ve ona normal bir insanın nasıl olması gerektiğini hatırlatır.


Nietzsche'nin Felsefesiyle Paralellikler

Raskolnikov’un teorisi Nietzsche’nin düşünceleriyle birçok paralellik taşır:

  • Sürü ve Efendi Ahlakı: Raskolnikov sürü ahlakını reddeder ve efendi ahlakına, yani kendini kuralların üzerinde görmeye yönelir. Ancak Nietzsche’nin üstinsan kavramıyla karıştırılmamalıdır. Nietzsche’nin üstinsanı güç için değil, değer yaratmak için hareket eder.

  • Pasif ve Aktif Nihilizm: Raskolnikov zaman zaman pasif nihilist (değersizlik hissine teslim olan) bazen de aktif nihilist (değersizliği aşarak kendi değerlerini yaratmak isteyen) arasında bocalar.

  • Vicdan ve Sorumluluk: Nietzsche vicdanı, insanın özgürlüğünü kısıtlayan bir yük olarak görür. Raskolnikov da cinayetin ardından içsel bir vicdan azabıyla mücadele eder. Vicdanı onu tamamen ele geçirir ve teorilerini yıkar.


Yeniden Doğuş ve Sonuç

Raskolnikov’un hikâyesi aslında bir kimlik bulma hikâyesidir. Cinayet sonrası yaşadığı iç çatışmalar, onu en sonunda suçu itiraf etmeye ve teslim olmaya götürür. Sibirya’daki cezası sırasında, Sonya’nın desteğiyle ahlaki olarak yeniden doğar. Artık gerçek huzuru bulmuştur; çünkü yeniden insan olmanın anlamını keşfetmiştir.


Sonuç Olarak

Dostoyevski, Raskolnikov’un suçu ve cezasıyla insan doğasının derinliklerine iner. Cinayet, sadece fiziksel bir eylem değil, aynı zamanda felsefi, psikolojik ve vicdani bir hesaplaşmadır. Bu roman, her birimizin içindeki çelişkileri, idealizmi ve suçluluk duygusunu sorgulama fırsatı verir.


Kaynaklar ve İleri Okuma

  1. Dostoyevski, Fyodor Mihayloviç. Suç ve Ceza. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2012.

  2. Rutli, Nüket Ünal. “Raskolnikov’un Ahlaki İkilemi: Nietzscheci Bir Bakış”. Temaşa Felsefe Dergisi 12 (2020): 73-.91

  3. Pérez Cortés, S. “Crime and Punishment in Hegel’s Philosophy of Right”. Resistances. Journal of the Philosophy of History, vol. 2, no. 4, Dec. 2021, p. e21066, doi:10.46652/resistances.v2i4.66.

  4. Hill, Knox C. “CRIME AND PUNISHMENT AS PHILOSOPHY.” The Journal of General Education, vol. 7, no. 2, 1953, pp. 122–32. JSTOR, http://www.jstor.org/stable/27795424. Accessed 10 June 2025.

  5. https://artsone.arts.ubc.ca/student-journal/crime-and-punishment/

  6. https://theclassicjournal.uga.edu/index.php/2021/12/07/an-analysis-of-crime-and-punishment/

  7. https://medium.com/@pragadeeshxenocrate/raskolnikovs-tenet-a-dive-into-the-philosophy-of-crime-and-punishment-00bf5208bead

  8. https://oggito.com/icerikler/suc-ve-cezayi-nicin-okumalisiniz/30433

  9. https://www.hukukpolitik.com.tr/2016/11/01/dostoyevskinin-suc-ve-cezasinin-incelenmesi/

  10. https://www.aktiffelsefeadana.org/suc-ve-cezanin-felsefi-olarak-incelenmesi/

  11. https://www.soylentidergi.com/suc-ve-ceza-romaninda-vicdan-ve-ahlak-kavramlari/

  • Yazarın fotoğrafı: Kronofel
    Kronofel
  • 6 Haz
  • 7 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 10 Tem

Albert Camus'nün 1942 yılında yayımlanan ve 1957 Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görülen başyapıtı Yabancı, edebiyat ve felsefe dünyasında derin izler bırakmış kült bir eserdir. Roman, hayatın anlamsızlığı karşısında toplumsal normları reddeden, tuhaf ve kendi halinde bir adamın hikayesi aracılığıyla varoluşçu felsefenin ve özellikle Camus'nün "absürt" (saçma) kavramının en sert örneklerinden birini sunar. Bu eser, okuyucuya etkileyici bir hikaye sunmanın yanı sıra varoluşun derinliklerinde gezinme fırsatı da verir.

Peki, Camus bu derin felsefi düşünceyi Yabancı romanında nasıl işler?


Absürt (Saçma) Felsefesinin Temelleri

Albert Camus'ye göre absürt, insanın hayatta bir anlam arayışı ile evrenin bu arayışa karşı kayıtsızlığı arasındaki çelişkidir. Evrenin kendi başına bir anlamı yoktur, anlamı yaratan insandır. Camus, yaşamın tamamen anlamsız olduğunu iddia etmez, aksine insanların kendi anlamlarını yaratma çabasının önemini vurgular. Ancak bireyin bu anlam arayışının, nihayetinde ölümle sonuçlanacak ve evren tarafından umursanmayacak bir çaba olduğunu fark etmesi absürdün ta kendisidir. Camus, bu duruma karşı intiharı bir çözüm olarak görmez, aksine yaşamı tüm anlamsızlığına rağmen kucaklamayı ve "başkaldırmayı" önerir. Bu başkaldırı, Absürt'ün bilincinde olarak yaşamaya devam etmek ve "şen bir kötümser" (joyful pessimist) olmak anlamına gelir.


Absürdizm, varoluşçuluk ve nihilizm ile yakından ilişkilidir ancak onlardan farklıdır. Absürdizm, 20. yüzyılın önemli felsefi akımlarından biridir. Absürdizm ve nihilizm, hayatın anlamsız olduğuna inanmayı paylaşsa da absürdistler bunu izole bir gerçek olarak ele almaz; bunun yerine, insanın anlam arayışı ile dünyanın bu arayışa karşı kayıtsızlığı arasındaki çatışmaya odaklanırlar. Camus, bu düşünceyi “Sisifos’un Söyleni” adlı eserinde detaylıca inceler. Bu eserde Sisifos'un sürekli kayayı tepeye çıkarması ve kayanın tekrar yuvarlanması, insanın anlamsız bir görevi sonsuza dek tekrarlaması gibi absürdün simgesi haline gelir. Camus, bu durum karşısında Sisifos'un bile mutlu hayal edilmesi gerektiğini söyler çünkü anlamsızlığına rağmen görevi kabullenmek ve yaşamak bir başkaldırıdır.


Camus, kendisinin bir varoluşçu olarak tanımlanmasını reddetmiştir. Varoluşçuluğun aksine, Camus metafizik ve ontolojik sorulara çok az ilgi duymuş ve insanın bir "ortak insan doğasına" sahip olduğu inancına sıkı sıkıya bağlı kalmıştır. Camus'ye göre varoluşçular, bireyin kendi anlamını yaratmasını savunurken o, anlam arayışının evrenin kayıtsızlığıyla çatıştığını ve bunun absürt olduğunu vurgular. Ayrıca, Camus nihilizme karşı mücadele etmiştir, çünkü nihilizm anlamın tamamen imkansız olduğunu savunur. Camus ise sınırlı da olsa anlam veya değer yaratma ihtimaline izin verir.


Meursault: Absürt İnsanın Ta Kendisi

Romanın ana karakteri Meursault, bir ofiste memur olarak çalışan, yaşamın anlamsızlığı karşısında hiçbir şeyi umursamayan, hayatın içindeki her şeyi sıradan bulan tuhaf ve kendi halinde birisidir. Meursault'nun bu "yabancılığı", tam da Camus'nün absürt felsefesinin somutlaşmış halidir. O, kendisiyle özdeşleştiği doğayla barışık, doğal bir varoluşun temsilcisidir. Meursault'nun patolojik denebilecek bir kopuklukla kendi hayatı da dahil her şeyi gözlemlemesi onun "yabancı" kişiliğini pekiştirir.


  • Annesinin Ölümüne Karşı Kayıtsızlık: Roman, "Bugün annem öldü. Belki de dün bilmiyorum" cümlesiyle başlar ve bu cümle, Meursault'nun temel kayıtsızlığını hemen gözler önüne serer. Annesinin ölüm haberini aldığında, cenaze ve defin işlerinin yorucu olacağına hayıflanır. Hatta annesi öldüğü için patronundan özür dileyecek duruma gelir. Cenazede üzüntü belirtisi göstermemesi, gözyaşı dökmemesi, hatta kahve içip sigara içmesi ve cenaze işlemlerinin yorucu olacağına hayıflanması, toplumsal beklentilere tamamen aykırıdır. Meursault'nun annesini sevmesine rağmen, ölüm karşısında yas tutmanın anlamsız olduğunu düşünmesi, yaşamın anlamsızlığıyla devam ettiğini kabul etmesinden gelir. O, başkalarının yas tutma "performansını" sergilemeyi reddeder.


  • İlişkiler ve Toplumsal Normlara Yabancılık: Meursault'nun kayıtsızlığı sadece annesinin ölümüyle sınırlı değildir. Annesinin defin işlemlerinden hemen sonra sevgilisi Marie ile flörtleşip sinemaya gidip komedi filmi izlemesi onun genel tutumunu yansıtır. O, insan ilişkilerine ve toplumsal kavramlara (sevgi, saygı, hırs, evlilik) anlam yüklemeyi tercih etmez. Marie'nin evlilik teklifine "fark etmez" demesi, evlenseler de evlenmeseler de hayatın aynı anlamsızlıkla süreceğini düşünmesinden kaynaklanır.

    Meursault'ya göre, doğumla başlayıp ölümle son bulan bu kısa ve absürt yaşamda evlenip evlenmemesi de çok anlamlı değildir. Komşusu Raymond Sintes ile olan ilişkisi de bu kayıtsızlığı pekiştirir; Meursault için Raymond sadece "beraber zaman geçirebildiği herhangi bir insandır", arkadaş bile değildir. Raymond'a mektup yazma teklifini de "fark etmez" diyerek kabul eder çünkü önemli olanın eylemin altında yatan duygular değil, eylemin kendisi olduğunu düşünür. Patronunun Paris'te yeni bir iş teklifine de aynı ilgisizlikle yaklaşır. Ona göre insan hayatını asla değiştirmez, her hayat birbirine benzer ve yaşadığı hayattan şikayetçi değildir.


  • Cinayet ve Pişmanlık Duygusuzluğu: Romanın dönüm noktası, Meursault'nun bir Arap'ı öldürmesidir. Bu cinayet, sıcak hava, bıçağın yansıması gibi dış etkenlerle açıklanır ve Meursault, eylemden dolayı en ufak bir pişmanlık duymaz, hatta neden öldürdüğünü bile tam olarak hatırlayamaz. Olay yerindeki güneşi alnında hissettiği anı ve bıçağın parlak yansımasını hatırlar, bu yakıcı kılıç kirpiklerini kemirir, acıyan gözlerini oyar ve o an her şey titreşir. Denize bir el ateş ettikten sonra bile, bedene dört el daha ateş eder. Bu kayıtsızlık, onun Absürt yaşam felsefesinin doruk noktasıdır. Ona göre, "İnsan ne de olsa daima biraz kabahatlidir".


Yargılanma: Karakterin Mahkemesi

Meursault'nun mahkemesi, işlediği cinayetten çok, toplumsal normlara uymayan ve duygusuz görünen tavırlarının yargılanmasına dönüşür. Meursault, bu durumu dışarıdan izler gibi durur, kaderinin kendisine sorulmadan belirlendiğini hisseder.


  • Savcının Argümanları: Savcı, Meursault'nun annesinin cenazesindeki kayıtsızlığını, Marie ile ilişkisini ve komedi filmi izlemesini, cinayetinin önceden planlandığına ve onun "ahlaksız bir yaratık" olduğuna dair kanıt olarak sunar. Meursault'nun duygusuzluğu, toplum için bir cinayetten daha "canice" gelir. Savcı, Meursault'nun ruhunu mercek altına aldığında hiçbir şey bulamadığını, onda ruhtan da insanlıktan da eser olmadığını iddia eder. Savcı, Meursault'nun annesini "manen öldürmüş" biri olduğunu ve bu durumun, babasını öldüren birinin eylemlerini meşrulaştırdığını iddia ederek Meursault'nun toplumda yerinin olmadığını ve idam edilmesi gerektiğini söyler.


  • Avukatın Savunması: Meursault'nun avukatı, "Müvekkilim cinayetten mi yargılanıyor annesinin Ölümüne üzülmekten mi?" sorusuyla davanın absürtlüğünü ortaya koyar. Ancak Meursault'nun kendisi, durumdan kopuk bir şekilde, kendi davasını dışarıdan izler gibi durur, "Bu da olanı benim dışımda görünüyor gibi bir hali vardı. Her şey ben karışmaksızın olup bitiyordu. Kaderin bana fikrim sorulmadan belirleniyordu" der. Avukatı onu, topluma karşı iyi bir rol sergilemediği için yargılandığını anlar.


  • Toplumun Tepkisi: Meursault'nun mahkeme salonunda en ufak bir pişmanlık veya üzüntü belirtisi göstermemesi, toplumun dikkatinden kaçmaz. Annesinin ölümüne üzülmediğini duyan kalabalık, onu yuhalamaya ve kınamaya başlar. Meursault, insanların ondan tiksindiğini hissettiğinde hayatında ilk defa yüreğinin sıkıştığını hisseder, ağlamak ister ama yapamaz.


  • İdam Kararı: Nihayetinde Meursault, işlediği cinayetten ziyade, "insanlara hayatın anlamsız olabileceği fikrini içten içe yerleştirdiği" ve toplumsal beklentilere uymadığı için idama mahkum edilir. Bu karar, toplumun, farklı olanı ve bireyselleşeni "düşman" olarak belirlemesinin bir alegorisidir. Camus, bu romanıyla idam karşıtı bir manifesto sunar.


Başkaldırı ve Kabul: Meursault'nun Son Anları

İdam kararının ardından Meursault, önemli bir değişim süreci yaşar. Başlangıçtaki umursamazlığı yerini yaşama içgüdüsüne ve endişeye bırakır. Çünkü zor olan idamın kendisi değil, ona hazırlanmaktır. Hayat ne kadar anlamsız olursa olsun, yaşamak ölmek fikrine baskın geliyordu. Bu, en nihilist insanda bile evrensel bir duygudur. Hapishane papazıyla yaptığı tartışmada, ölümün kaçınılmazlığını ve zamanının önemli olmadığını vurgular. Papazın Tanrı'ya inanma çağrılarını reddeder çünkü evrenin kayıtsızlığını ve yaşamın önceden belirlenmiş bir anlamı olmadığını kabul etmiştir. Ona göre, papaz her ne kadar kendinden emin görünse de aslında ölü gibi yaşamaktadır. Meursault ise "elleri boş gibi dursa da kendinden de her şeyden de emindi, ondan daha emindi, hayatından da gelmek üzere olan ölümden de emindi".


Meursault, son anlarında annesinin de hayatının son dönemlerinde, ölüme yakınken yeni baştan "nişanlandığını" düşünür ve kendini ona benzer şekilde, her şeyi yeniden yaşamaya hazır hisseder. İçindeki "büyük öfke"nin kötülükleri söküp attığını, umutları boşalttığını ve kendisini ilk defa "dünyanın tatlı kayıtsızlığına" açtığını fark eder. O, artık evrenin "iyicil kayıtsızlığına" (benign indifference of the universe) boyun eğmiş ve kendi absürt varoluşuyla barışmıştır. İdam gününde "çok seyirci bulunmasını ve bunların beni hınç dolu haykırışlarla karşılamalarını" dilemesi, onun absürt yaşama karşı son başkaldırısı ve kabulüdür.


Camus'nün "başkaldırı" felsefesi burada belirginleşir: absürde rağmen yaşamak. Başkaldırı, insani değerlere duyulan güven üstüne kurulur ve insanın kendi özgürlüğünü ve sorumluluğunu vurgular. Camus'ye göre, "İnsan da yaşam da saçmadır; boşunadır, rastgededir, sağlam hiçbir şey yoktur ama yine de yaşamak gerekir". Bu başkaldırı, kendini onaylamanın bir aracıdır ve bencillikten uzak, tüm insanlar için ortak bir değeri savunma amacı güder.


Camus'nün Üslubu ve Metinler Arası İlişkiler

Camus'nün Yabancı romanındaki yazı dili, onun absürt felsefesini destekler niteliktedir. Kısa ve sade cümleler, karakterin duygudan arınmış, çıplak ve yalın algısını yansıtır. Yazarın "süslenmiş, uzun uzun cümlelerden uzak" bir dil kullanması, Meursault'nun hiçbir şeye anlam yüklemeyen tavrıyla paralellik gösterir. Bu üslup, eleştirmen Roland Barthes tarafından "sıfır derece yazım" (writing degree zero) olarak tanımlanmıştır ve Meursault'nun patolojik derecede kopuk anlatımına mükemmel bir zemin sunar.


Romandaki "Arap" karakterinin isimsiz bırakılması da önemli bir tartışma konusudur. Roman, Fransız sömürgesi Cezayir'de geçer ve öldürülen Arap'ın ismi yoktur. Bunun Albert Camus'nün bilinçli bir seçimi olup olmadığı veya sömürgeci bakış açısının bir yansıması olup olmadığı üzerine Edward Said ve Kamel Daoud gibi yazarlar tarafından eleştiriler getirilmiştir. Kamel Daoud'un Meursault Soruşturması adlı eseri, öldürülen Arap'ın kardeşi Harun'un ağzından hikayeyi yeniden anlatarak Arap'a Musa adını verir ve Meursault'dan "katil" olarak bahseder. Bu durum, romanın kültürel ve politik bağlamını derinlemesine ele alma fırsatı sunar.


Yabancı, varoluşçu felsefenin etkisinde yazılmış olsa da Camus'nün kendine özgü bir "absürt" düşüncesini ortaya koyar. Camus, "absürdün" modern popüler kültürün bir parçası haline gelmesinde etkili olmuştur. Eserlerinde Kierkegaard, Nietzsche, Melville, Dostoyevski ve Kafka gibi filozof ve yazarlardan etkilenmiştir. Özellikle "Sisifos Söyleni" adlı eseriyle absürdizmin sınırlarını belirlemiş ve tam anlamıyla ortaya koymuştur.


Sonuç

Albert Camus, Yabancı romanında Meursault karakteri aracılığıyla absürt felsefesini incelikle dokur. Meursault'nun kayıtsızlığı, toplumsal normlara uyumsuzluğu ve nihayetinde yaşamın anlamsızlığına rağmen onu kabullenişi, bireyin evren karşısındaki yalnızlığını ve kendi anlamını yaratma çabasının trajikomik serüvenini etkileyici bir şekilde ortaya koyar. Roman, okuyucuyu varoluşun derinliklerinde bir yolculuğa çıkarırken Camus'nün "saçma" kavramını sadece felsefi bir soyutlama olmaktan çıkarıp insan deneyiminin temel bir parçası haline getirir.


Camus'nün felsefesi, yaşamın anlamsızlığını kabul ederken insanın anlam arayışını ve yaşamın tadını çıkarmasını önerir. O, bireyin özgürlüğünü ve sorumluluğunu vurgular. Meursault'nun son anlarındaki iç huzuru, yaşamın anlamsızlığına karşı verilen bir başkaldırının zaferidir; bu, Camus'nün eserlerinde sürekli işlediği bir temadır. Yabancı, insanın anlam arayışını ve absürt koşullarda direnişi derinlemesine ele alan, hâlâ günümüzde ilgi çeken ve okunması gereken kült bir romandır. Camus, yaşamın absürtlüğüne rağmen şen bir kötümser olarak "buradayız, hayattayız ve buna mecburuz; yapabileceğimiz en iyi şey ise burada olabildiğimiz süre boyunca keyif almaya çalışmak" fikrini savunur.


Kaynaklar ve İleri Okuma

  1. Camus, Albert. Yabancı. Çev. Samih Tiryakioğlu, Can Yayınları, 2016.

  2. Şimşek, Özgün Zülal (2019). "Albert Camus'nun Absürd Kavramı Işığında İnsanın Yaşam ve Ölümde Anlam Arayışı". Uluslararası Dil, Edebiyat ve Kültür Araştırmaları Dergisi (UDEKAD), 2 (2): 80-90.

  3. Wikipedia contributors. "Absurdism." Wikipedia, The Free Encyclopedia. Wikipedia, The Free Encyclopedia, 2 Jun. 2025. Web. 5 Jun. 2025.

  4. Lea, Simon. "What Did Albert Camus Really Mean by the Absurd?" TheCollector.com, February 19, 2025, https://www.thecollector.com/what-albert-camus-meant-the-absurd/

  5. Dent, Catherine. "The Stranger by Albert Camus: The Life of an Absurd Man" TheCollector.com, December 17, 2023, https://www.thecollector.com/stranger-albert-camus-life-absurd-man/

  6. https://iep.utm.edu/albert-camus/

  7. https://dusunbil.com/albert-camus-hayati-ve-dusunceleri/

  8. https://evrimagaci.org/blog/absurt-insan-albert-camus-15938

  9. https://www.felsefecilerdernegi.org.tr/albert-camus-ve-baskaldirma-felsefesi-iraz-yasar/

  10. https://onculanalitikfelsefe.com/hayat-absurttur-albert-camusnun-baskaldiran-felsefesini-kesfetmek-casey-scott/

  • Yazarın fotoğrafı: Kronofel
    Kronofel
  • 30 May
  • 2 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 10 Tem

Ahlak, bize neyin doğru, neyin yanlış olduğunu söyler. “Yardım etmek iyidir”, “acı vermek kötüdür”, “kendini feda etmek erdemlidir” gibi kurallarla şekillenir. Ancak Nietzsche’ye göre tüm bu ahlaki değerler koca bir yalandan ibarettir. Neden mi? Çünkü ahlak, güçlülerin değil, güçsüzlerin icadıdır. Ve bu yalan, insanı içgüdülerinden koparıp yaşamı inkâr eden bir düzen yaratır.


Ahlakın Gerçek Sahipleri

Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü Üstüne adlı eserinde çarpıcı bir ayrım yapar: soylu (efendi) ahlakı ve köle ahlakı. Soylu ahlak, güçlü olanların ahlakıdır. Bu insanlar kendilerini "iyi" olarak tanımlarlar çünkü güçlü, yaratıcı ve hayata bağlıdırlar. Zayıf, korkak ve edilgen olanlara ise "kötü" derler.

Ama sonra güçsüzler—kuzular—sahneye çıkar. Güce karşı koyamadıkları için onu kötülemeye başlarlar. Ve kendi zayıflıklarını “erdem” diye sunarak tarih boyunca yeni bir ahlak icat ederler: köle ahlakı. Artık "iyi" demek; alçakgönüllü, uysal ve itaatkâr olmak demektir. Yani kartalı kötü, kuzuyu iyi ilan ederler.


Bu Yalan Neden Başarılı Oldu?

Çünkü çoğunluk zayıftı. Güçsüz olanlar, kendi ahlakını dinler ve ideolojilerle kutsal hale getirdi. Hristiyanlık bu anlamda Nietzsche’ye göre zirvedir: acı çekmeyi kutsallaştırır, bedensel arzuları bastırır, yaşamı hor görür ve öteki dünyayı över. Hayatı olumlamak yerine, onu reddeder. İşte bu yüzden Nietzsche Hristiyanlığı, zayıf ruhların ahlaki isyanı olarak tanımlar.

“Tanrı öldü” demesi de tam olarak budur: Çünkü ahlaki düzenin ve anlamın dayandığı kutsal otoriteyi artık ayakta tutacak bir zemin kalmamıştır.

Gerçek Ahlak

Nietzsche için asıl değerli olan, yaşamı olumlayan güçlü bireydir. Bu kişi, önceden verilmiş ahlaki kuralları değil, kendi değerlerini yaratır. Üstinsan budur. Kendi kaderinin efendisi olan, acıyı da sevinci de içselleştiren, hayatı olduğu gibi kabul eden kişidir.

Ona göre iyi ve kötü diye mutlak şeyler yoktur. Olgular değil, yorumlar vardır. Bu yüzden ahlak “hakikat” değildir, yalnızca bir yorumdur. Ve bu yorum, tarihte güçsüzlerin propagandası olarak zihinlerimize kazınmıştır.

Peki Ya Bugün?

Nietzsche’ye göre bugünkü toplum hâlâ bu köle ahlakının etkisindedir. Çoğunluk hâlâ zayıflığı yüceltir, risk alanlara saldırır, başarıyı kıskanır. “Mütevazı ol, çok isteme, kendini geri plana at” gibi öğütler, yaşamın yaratıcılığını bastıran zincirlerdir.

Ona göre insanın kurtuluşu, bu sahte ahlaktan sıyrılıp kendi değerini yaratmasıyla mümkündür. Bu da cesaret, acı çekme pahasına kendin olma ve yaşamı tüm yönleriyle kabul etme demektir.


Ahlak, Hayatın Değil, Hayat Korkusunun Ürünü mü?

Nietzsche’nin düşüncesi rahatsız edici olabilir. Ama tam da bu rahatsızlık, onun söylediklerinin gücünü gösterir. Çünkü o bize şunu sorar:

“Gerçekten kendin misin, yoksa başkalarının sana öğrettiği yalanlarla mı yaşıyorsun?”

Nietzsche’ye göre ahlak, bir hakikat değil, tarihsel bir stratejidir. Ve bu strateji, çoğu zaman yaşamı desteklemek yerine, bastırmak için kullanılmıştır. Bu yüzden Nietzsche’ye göre ahlak koca bir yalandır. Ve bu yalanı fark ettiğinde, belki de ilk kez gerçekten özgürleşebilirsin.

© 2025 Kronofel. Tüm hakları saklıdır.

bottom of page